Hayatımızın herhangi bir bölümünde, ‘Keşke, daha az stresli olsaydım! Keşke, hayatım daha kolay olsaydı! Keşke, insanlar bu kadar eleştirel ve yargılayıcı olmasaydı! Aslında, bu eşyalar çok fazla.’  Gibi feryatlarımız olmuştur diye düşünüyorum.

    İnsanlık tarihi boyunca, çeşitli kadim öğretilerde içsel huzura ve ruhsal olgunluğa ulaşabilmek için sadeliğin ve her anlamda basit yaşamanın önemine atıfta bulunulduğunu görmekteyiz.  Akıllarda, ‘Peki, psikoloji bu konuda ne söyler?’ Diye bir soru belirdiğinde; ifade etmek isterim ki söz konusu insan olduğunda, direkt nedensel bir ilişki kurmak ve kesinlik içeren yargılarda bulunmak çok ama çok zordur. Ancak, insanın zorlanmalarına ve acılarına da bir çeşit merhem geliştiriyor olmak ve işleri bir nebze kolaylaştırmak önem arz eder. Bu doğrultuda; kurulan iletişim, yansıtılan duygular, edinilen eşyalar ve yeme-içme gibi temel ihtiyaçlar dahil her türlü bağlamda ölçülü olmanın kazanımlarının olduğunu ve her anlamda sadeleştikçe zihnimizin berraklaşabileceğini ve bedenin rahatlayabileceğini söyleyebilirim. Psikoloji, her türlü bağlılığı desteklese de patoloji olarak kabul ettiği durum; herhangi bir nesneye ya da özneye olan bağımlılıktır. İster materyal olsun ister temel ihtiyaçlar noktasında; yeme-içme ya da insan ilişkileri olsun; ölçüsüz, karmaşık ve ihtiyaçtan fazla sunulan yani sınırları olmayan her şey insanı fazlasıyla yorar ve strese sokar. Altını çizmek istediğim nokta; ihtiyaçtan fazla olan her şeyin zıddına dönüşmekte gecikmediğidir.

    Modern toplum, sürekli tüketmemiz, hızlı olmamız ve biriktirmemiz gerektiğini aşılasa da insanın doymak bilmeyen arzuları ve tükenmez bir içsel çatışması vardır; yani sonu gelmez bir döngüden başka bir şey değildir bize dayatılan. Ancak, daha canlı ve doygun bir hayat için dürtüler ve içsel çatışmalar psikoterapi sayesinde sağaltılabilir ve sağlıklı şekilde yönlendirilebilir. Aksi halde, sağaltılmamış dürtüler ve çatışmalar kaynaklı, hep daha fazlasını isteme ve hayatımda hiçbir şey ‘yeterince’ değil hastalığına yakalanan kişi sayısı günden güne artmaktadır. Oysa ki doğayla iç içe, hızdan ve stresten olabildiğince korunaklı yaşamak bir çoğumuzun hayaliyken ne oluyor da bir anda kendimizi durmadan tüketen ve yetinmeyen; iletişimde yalın ifadelerden uzaklaşmış ve hatta kendimize yabancı buluyoruz diye düşünmek yani kendimize doğru soruları soruyor olmak, bize içgörü kazandırabilir. Doğaya baktığımızda -amacım insanları doğanın parçalığından ayırmak olmasa da maalesef insanlık bunu seçmiş durumda- her şeyin, en az çabayla en yüksek verimi ve konforu elde edebilmesi üzerine tasarlandığını görüyoruz. Kabul ediyorum; insan olmak başlı başına çok sofistike ve dolambaçlı yolları seviyoruz; çünkü bir noktada nevrotik yanımızı besliyor. Ancak, sorunları çözmek için onları daha da karmaşık hale getirdiğimizde, işin içinden de çıkamıyoruz ve bu durumda mutsuzluğu ve umutsuzluğu deneyimleyebiliyoruz.

     Hayatını sadeleştirip gerçekte kim olduğunla tanışmaya cesaretin var mı?

    Aniden fırlatıldığımız ve bizim için ne zaman sonunun geleceğini bilmediğimiz bir dünya için fazlaca yokuş tırmanmıyor muyuz? Zaten, insan olma deneyimi başlı başına zor. Dışarıdan, en kolay gözüken hayatı örnek göstersek dahi orada öznel olarak neler hissediliyor, neler deneyimleniyor ve bir alandaki bolluk hangi tarafta yoksun bırakıyor bilemeyiz.  Modern toplumun, modern hırsları da var ama hiçbiri insanlığa temelde ait değil; hatta insana dayatılmış prangalar diyebilirim. Günümüzde, elinde olanlarla yetinen ve kendi hayatındaki zorlukların içinde bile şikâyet etmeyip şükran enerjisinde olan insanlar, genele samimi gelmeyebiliyor. Hem de böyle bir şey özünde mümkünken. İhtiyacınız olmayan ama ihtiyacınız varmış gibi aldığınız eşyaları bir düşünün. Hiç mi olmadı? Ne mutlu o halde. İnsanların, politikacılardan, tarikatlardan ve hatta indirimlerden kolay etkileniyor olması; aslında, gerçekte kim olduğunu, nereye doğru gitmek istediğini, gerçek ihtiyaçlarını, değerlerini bilmemesinden ve tüm bunların keşfi için kendisine sadeleşme ve inziva izni tanımamasından kaynaklıdır.

    Artık, herkes bir şekilde birçok şeye ulaşabiliyorken eskiye nazaran hızla arttan bir grafik seyri olan depresyon, tükenmişlik sendromu, yeme bozukluğu, alkol ve madde bağımlılığına ek olarak alışveriş ve sosyal medya bağımlılıkları yaşanıyor. Nasıl oluyor da teknoloji durmadan ilerlerken, bizler er ya da geç birçok şeye ulaşabiliyorken, dünyayı ve kaynaklarını hızla yok eden tüketim artmışken psikolojimiz o ölçüde iyiye gitmiyor. Çünkü, daha herhangi bir şeyin tadını çıkarmaya çalışmadan ve minnet duygusunu deneyimlemeden, bir diğerinin peşinde koşmaya başlıyoruz. Bu yönelim, neyin üzerini kapatmak için yapılıyor olabilir? Yetersizlik ve değersizlik kök inançlarının mı? Dayanıksızlık şemasının mı? Yoksa karamsarlık ve kaygı sonucunda bir tür yaşamın devamını garantilemeye çalışma telaşı mı? Böyle bir garanti dahi yok iken. Sorgulayıcı yaklaşmak ve kendi davranışlarınızın altındaki motivasyonlarınızı keşfetmek sizi kendinize, dolasıyla ötekine yakınlaştırır.

    Şükür, kendinle baş başalık (inziva), tadını çıkarmak, seyretme zevki, mola vermek gibi kavramları hayatımıza entegre etmenin ruh sağlığı için kıymetini vurgulamak isterim. Araştırmalar, şefkatli bir zihnin yani kabul ve şükran duygularını sık deneyimlemenin psikolojik iyi oluş hali üzerindeki olumlu etkilerini ortaya koymuştur.

    Son olarak, bu yazı gerçek ihtiyaçlarımız ve miktarları üzerine düşünmeye ve bizde fazla olanları paylaşmaya açık bir davettir. Mobilyalar, kıyafetler ve diğer eşyalar da olduğu gibi bir diğerine ilgi göstermek, sevgi ve şefkat duyguları dahil…

    SADEce sevgiler.

    Uzm. Psikolog Özlem Nur Tulum